İngiliz ressam Tony Foster‘ın hayatını ve ekstrem sanat yolculuklarını konu alan etkileyici belgesel Tony Foster: Painting at the Edge (Tony Foster: Sınırda Resim Yapmak), sanatçının maceraperest ruhunu ve sanat tutkusunu gözler önüne seriyor. 79 yaşındaki Foster, el değmemiş doğanın muazzam genişliklerini resmetmek için gezegenin dört bir yanına tehlikeli yolculuklar yapmaya devam ediyor. Bu durum, sanatçının yol arkadaşlarına imzalattığı sözleşmelerle bile kendini gösteriyor: Anlaşma maddelerine göre, potansiyel yol arkadaşlarının “ölüm durumunda vücudunuzun eve uçurulması için yeterli kişisel sigortaya sahip olması” gerekiyor.
Yaşamı ve Sanatı: Tehlikeyle Gelen Işıltı
Belgesel, yönetmen David Schendel‘in Foster ile birlikte Wyoming ve Utah‘taki Green River‘da yaptıkları tehlikeli bir rafting yolculuğunu merkeze alıyor. Foster, bir tanıdığı tarafından “bir patatese saplanmış iki kürdan” olarak tanımlanmasına rağmen, 30 yılı aşkın süredir Amerika doğasında, Bolivya‘da ve Mount Everest‘te yaptığı yolculuklar sayesinde inanılmaz derecede dayanıklı olduğunu kanıtlamış. Gerçekten de, sanatçı, bir keresinde doğru bakış açısını bulmak için 16 gün harcamış.
Tuvalini kurduktan sonra, alaylı sanatçı Foster, mücevher netliğinde, havadar ve ışıltılı panoramalar yaratıyor. Sanatçının kendisi, çalışmalarının sadece kişisel duygularını manzaraya aktarmakla ilgili olmadığını, aksine meditatif olduğunu ve manzaranın ona ne kattığıyla ilgili olduğunu ifade ediyor. Bu süreç, sanat ve doğa arasında derin, iki yönlü bir etkileşim yaratıyor.
Foster’ın Motivasyonu: Kaybolan Doğaya Karşı Siyasi Duruş
Lincolnshire’da büyüyen ve geleneksel eğitime karşı çıkan Tony Foster, hayatının bir döneminde Londra sokaklarında evsiz kalmış olsa da, film onun onlarca yıl sonra neden hala bu kadar azimle hareket ettiğini tam olarak belirleyemiyor. Foster, kendisini siyasi bir sanatçı olarak tanımlıyor ve hızla yok olan vahşi doğayı yakalamayı amaçladığını söylüyor. Aynı zamanda, jeolojik zaman kavramı da onun için büyük önem taşıyor; doğanın anıtsallığı karşısında kendisini “bir sivrisineğin kirpiğindeki bir molekül” olarak görüyor. Ancak, bu durumun ona bir teselli kaynağı mı olduğu, yoksa Werner Herzog tarzında, yaşlılığa rağmen meydan okunması gereken bir şey mi olduğu net değil.
Belgesel, Foster’ın Cornwall’daki stüdyosuna geri dönüp her bir resmi bitirmesiyle biraz ivme kaybediyor. Foster, Green River‘da yaptığı resimlerin galeriye gönderilmesiyle üzüntüye boğuluyor. Yönetmen Schendel’in çektiği bazı sahneler, Foster’ın eserleri kadar muhteşem olsa da, Schendel’in sanatçının gösterdiği ekstrem çabayı göstermesine gerek kalmıyor.
