1997 yapımı kült yaratık filmi Anaconda, bu kez korku kaslarını değil, farkındalığını konuşturan bir yeniden yapımla geri dönüyor. Yeni Anaconda, gereksiz reboot’larla dalga geçen, kendini bilen ve zaman zaman kendiyle alay eden bir meta-komedi olarak konumlanıyor. Bu dönüşümün merkezinde ise iki güçlü isim var: Jack Black ve Paul Rudd.
Filmin en büyük gücü de tam burada ortaya çıkıyor. Çünkü bu tuhaf ve riskli yeniden yapım, ne zaman kendini fazla ciddiye almayı bırakıp bu iki oyuncunun saçmalamasına izin verirse, o zaman gerçekten eğlenceli bir hâl alıyor.
Gereksiz Reboot’larla Dalga Geçen Bir Hikâye
Yeni Anaconda, açılışta seyirciyi bilinçli biçimde huzursuz eden bir tonla başlıyor. Korku sineması klişelerini çağrıştıran bir soğuk açılış, kısa sürede bilinçli bir beceriksizliğe dönüşüyor. Yönetmen ve senarist Tom Gormican, bu bölümde atmosfer kuramadığını neredeyse isteyerek gösteriyor. Çünkü film, korkutmakla değil; korku filmlerini “yeniden yapma” takıntısıyla dalga geçmekle ilgileniyor.
Bu noktadan sonra anlatı eksen değiştiriyor ve seyirciyi iki eski arkadaşın yarım kalmış hayallerine götürüyor. Doug (Jack Black), hayallerini tam olarak gerçekleştirememiş bir düğün kameramanı olarak memleketinde sıkışıp kalmış durumda. Griff (Paul Rudd) ise Los Angeles’ta oyunculuk hayalini sürdürse de, kariyeri pamuk ipliğine bağlı.
Jack Black Ve Paul Rudd Uyumu Filmi Taşıyor
Filmin ilk bölümlerinde, bu iki yıldızın “mazlum hayalperestler” rolüne bürünmesi bir miktar hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü seyirci, bu ikilinin Hollywood’un reboot çılgınlığıyla çok daha acımasız biçimde dalga geçmesini bekliyor. Ancak filmin asıl sürprizi burada başlıyor.
Anaconda, duygusallığı aşırıya kaçırmadan, hafif ve geçici bir sıcaklıkta tutmayı başarıyor. Bu dengeyi sağlayan en önemli unsur ise Paul Rudd’ın küçük mimiklerle yarattığı komedi ve Jack Black’in kontrollü ama hâlâ patlamaya hazır enerjisi oluyor. Rudd’ın ağzındaki kürdanla “cool” görünmeye çalışması ya da Black’in “bu bir yeniden yapım mı yoksa ruhsal devam filmi mi?” sorusuna tutkuyla yaklaşması, filmin en akılda kalan anlarını oluşturuyor.
Meta-Komedi Güçlü Ama Her Zaman Akıllı Değil
Tom Gormican, daha önce The Unbearable Weight of Massive Talent ile meta-komedi alanında benzer bir yol izlemişti. Burada da zaman zaman aynı hataya düşüyor: farkındalığı zekâyla karıştırmak. Film, bazı sahnelerde yalnızca “kendini biliyor” olmanın yeterli olduğunu sanıyor.
Özellikle hikâyenin tehlike dozunu artırması gereken bölümlerde, senaryo ciddi biçimde zorlanıyor. Dev yılan tehdidi büyürken, karakterlerin neden hâlâ bu yolculukta oldukları netleşmiyor. Bu karmaşanın en büyük mağduru ise Ana karakterini canlandıran Daniela Melchior oluyor. Karakter, gizemli mi yoksa görünmez mi olması gerektiğine bir türlü karar veremiyor.
Yaratık Sineması Unsurları Arka Planda Kalıyor
1997 yapımı Anaconda’nın nostaljik cazibesi, animatronik yılan sahnelerinden geliyordu. Yeni filmde ise daha büyük ve daha pürüzsüz CGI kullanılıyor. Teknik olarak ilerleme olsa da, bu durum eski filmin “kusurlu ama sevimli” havasını ortadan kaldırıyor. Gerilim sahneleri, tamamlanmamış storyboard hissi veriyor ve gerçek bir tehdit duygusu yaratmakta zorlanıyor.
Bu nedenle yeni Anaconda, korku-komedi olmaktan çok; efektli bir komedi olarak işlev görüyor. Film de zaten bu kimliği kabullenince daha rahat nefes alıyor.
Kusurlu Ama Sevimli Bir Meta Deneme
Tüm eksiklerine rağmen Anaconda, Jack Black ve Paul Rudd sayesinde izlenebilir bir deneyime dönüşüyor. Eski filme dair derin bir hayranlık şart değil; orta karar bir beklentiyle izlenen film, zaman zaman gerçekten güldürmeyi başarıyor.
Gormican’ın belki de en büyük başarısı, 2000’lerin başına ait stüdyo komedisi ruhunu, IP kılıfına sokarak yeniden sinema salonlarına taşıması oluyor. Film, Bowfinger gibi zirveye ulaşamasa da, onunla aynı DNA’yı paylaştığını hissettiriyor.
