Tarih boyunca en çok fotoğraf son bir yıl içinde çekildi ve bu bilgi her yeni senede güncelleyecek kendisini…
Hayır, hiçbir istatiksel bilgiye dayanmıyor bu önerme…
Herhangi bir bilimsel araştırmanın sonucundan da kaynaklanmıyor…
Hepimizin ulaşabileceği ve hatta çoğumuzun onsuz durmayı maalesef hiç beceremediği bir yerden aldım bu veriyi…
Elbette sosyal medyadan…
Örneğin sadece Instagram’a günde yüz milyondan fazla fotoğraf yükleniyor…
Buna diğer sosyal medya mecralarını da eklediğimizde, eminim ortaya çıkacak sonuç, o ilk satırlarda okuduğunuz akıl yürütmemi rahat rahat doğrulayacaktır…
Kaçınılmaz olarak artık zamanımızın çoğunu işte o sosyal medya mecralarında geçiriyoruz…
Akrabalarla Facebook’tan selamlaşıyor, fikirlerimizi Twitter’dan paylaşıyor, alışverişi internetten yapıyor, filmleri – dizileri dijital platformlardan takip ediyor, günlük rutinimizi, halet-i ruhiyemizi ve beğenilerimizi Instagram’dan yansıtıyoruz…
Kelimenin tam anlamıyla sosyal medyayla yatıyor ve yine onunla kalkıyoruz…
Hele de pandeminin hayatımıza dayattığı ‘yeni normal’in katı koşullarını düşünürsek, sosyal medyanın etkinliğinin daha da artacağını öngörmek için kahin olmaya falan hiç gerek yok…
Velhasıl tarih boyunca hiçbir zaman iletişim kurmadığımız kadar çok iletişim halindeyiz çevremizle…
Muazzam zincirlerin parçasına haline geldik ve adeta o mecralarda var oluyoruz gündüz gece geçmişte hiç örneği görülmemiş bir şekilde…
Ve fakat buna mukabil bambaşka bir şey daha gözlemliyoruz dünyanın her yerinde, herkeste, hepimizde…
Müthiş bir yalnızlık…
Ürkütücü bir tek başınalık…
Hem de Tezer Özlü’nün altını çizdiği ‘Herkes herkessiz yaşar. Kimse kendini oksijen sanmasın’ dediği o ücra yerden bile çok daha feci bir yalnızlık…
Muazzam bir iletişim ağının ortasında, her saniye konuşmak mümkünken bir başkasıyla, üstelik de algoritmalar sonsuz ortak konular saçıp dururken ortaya, hakikaten konuşacak hiç kimsen olmaması hali…
Hani ölecek olsan, kimsenin gelip bir bardak su vermemesi kadar feci…
İyi de böylesine çevrelenmişken sosyal ağlarla, imkanlar bu kadar çoğalmışken etrafımızda, nereden çıktı şimdi bu yalnızlık…
Bu kadar kalabalıkken çevremiz siber alemde, upuzun arkadaş listelerimiz varken her mecrada her yerde, like’lar yağıyorken özene bezene seçtiğimiz allı pullu iletilerimize, bu ne menem bir mutsuzluk…
Oysa şahane görünürken ince ayar çekilmiş fotoğraflarda, dost kalabalıklarda harika pozlar verirken nefis ortamlarda, bu nasıl bir distopik umutsuzluk…
Mamafih anlaşılan o ki ortada tartışmamız, konuşmamız, üzerine ciddi ciddi beyin fırtınası yapmamız gereken kocaman bir mesele duruyor heyula gibi…
İnsanlar çoğalıyor, iletişim olanakları ve seçenekleri artıyor ve fakat tam da tersine bir akışla herkes daha derin, daha hazin, daha karanlık yalnızlıklara yuvarlanıyor…
Velhasıl sanki o çok bilinen kadim prensip, adeta hayatın bu alanında da doğrulanıyor…
‘Bir şeyin değerini azaltmak istiyorsan, onu çoğalt…’
Ya da Asaf’ın yıllar öncesinden sezerek o muazzam ‘Geldim’ şiirinde söylediği gibi…
‘Gömütleri andıran yapılarınızdaki,
Yaşantılarınıza evler getirdim geldim…
Tek tek, ayrık – soluyan bitkiseller yerine
Yüz yüze dönük, gülen sizler getirdim geldim…’
Tek tek ayrık soluyan bitkisellere mi çevirdi bizi dijital / modern dünya yoksa…
Yüz yüze dönüp gülebilmeyi beceremeyen bencillik abidelerine mi döndük kendi tek kişilik korkunç karanlıklarımızda…
Bu yazı, elbette bu devasa sorulara cevap bulabilmek maksadıyla yazılmadı…
Keşke bulabilsem…
Bu satırlar, ortadaki trajedinin sosyal ve psikolojik kodlarını deşifre edebilmek için kaleme alınmadı…
Keşke yapabilsem…
Ama çağına tanık olmak sorumluluğunu üzerinde hisseden bir yazar değil, gördüğünü yazmaya çalışan bir ‘arayan’ olarak etrafımızı süratle kuşatan ve hatta daha da büyük bir hızla yaklaşan o korkunç tsunami’yi hissediyorum…
Hakikate sadık kalmaya söz vermiş ve en azından yazarken sadece gerçeği söylemeye yemin etmiş bir ‘düşünen’ olarak gelen büyük felaketi görebiliyorum…
Yalnızlaşıyoruz…
Mutsuzlaşıyoruz…
Umutsuzlaşıyoruz…
Gittikçe totaliterleşen devletler, gittikçe sertleşen öfke dolu söylemler, kendine benzemeyene düşman fikirler, farklı olana tahammül edemeyen kalabalıklar…
Sosyal medyada her gün bir başka linç…
Dillerde her saniye apayrı bir hınç…
Radikallik kuşatıyor dört bir yanı…
Lanetliyor kalabalıklar haykırarak en çirkin sesleriyle kendisinden olmayanı…
Bütün renklere düşman bir güruh, renksizliğe mahkum etmeye çalışıyor dünyayı…
Bunca imkana, bunca gelişmişliğe, bunca teknolojiye rağmen…
Zamanın iki binli yılları geçmiş, takvimlerin milenyumu devirmiş olmasına karşın…
Muazzam şeyler icat ve inşa eden insanlığın, uygarlık adına acı çeke çeke, bedel ödeye ödeye yazdığı o manifestoyu yeniden kaleme alma vaktidir…
Hangi dil, din, ırk, renk, cinsiyetten olursa olsun, herkesin insanlık adına altında canı yürekten inanarak buluşabileceği bir ortak anayasada buluşmasının zamanı artık gelmiştir…
Yoksa korkarım hep beraber hızla felaket bir yok oluşa doğru yuvarlanıyoruz hep beraber…
Velakin böyle zorlu zamanlarda, tarih boyunca insanlığa pusula olan gönül mimarlarının izinden gitmekten başka bir yol da gelmiyor aklıma…
Bertrand Russel’ın çok çarpıcı bir tarifiyle bitirelim o halde madem bu defa…
‘Tatlı bir yalan söylersen on kişi seni alkışlar…
Acı bir gerçek söylersen sekiz kişi sana saldırır…
Ama iki kişi de sorgulamaya başlar…
İşte o iki kişiye selam olsun…’