Gwen John ve Augustus John, 20. yüzyıl sanatının iki güçlü ismi olarak tarihe geçti. Ancak bu iki kardeşin hikâyesi, yalnızca sanatla değil; kıskançlık, hayal kırıklığı ve zamana yayılan bir itibar savaşı ile de örülüydü.
Augustus, gençlik yıllarında “İngiliz post-empresyonizminin lideri” olarak anılırken, Gwen daha sessiz bir yol izledi ve mistik Katolik inancı, erken dönem dışavurumculuğu ve kendi iç dünyasına kapanışı ile farklı bir çizgi oluşturdu. Bugün ise, Augustus’un yıldızı sönmüşken, Gwen’in eserleri modern sanat tarihinin en saygın hazineleri arasında kabul ediliyor.
Kırılgan Bir Çocukluk ve Sanatla Kaçış
Gwen ve Augustus’un hikâyesi, Tenby sahillerinde birlikte resim yapan iki küçük çocuk olarak başlar. 1884’te annelerini kaybettiklerinde Gwen sadece sekiz, Augustus altı yaşındaydı. Babaları, yasın ağırlığı altında çökmüş, çocuklarını teselli edememişti. Gwen o günleri, “Sürekli ağlardım,” diye anlatırken, Augustus ise “ürkek ve içe kapanık bir kabilenin üyeleri” olarak kendilerini tanımlıyordu.
Ancak bu zor çocukluk, onlarda sanata tutkulu bir kaçış arzusu yarattı. Resim yapmaya başladıkları an, Gwen ve Augustus için bir dönüm noktası oldu. Slade Güzel Sanatlar Okulu’na kabul edilmeleri, hayallerine giden kapıyı araladı. Londra’da öğrendikleri sadece sanat değil, aynı zamanda aşkı, özgürlüğü ve bohem hayatın cazibesini keşfetmeleriydi.
Flamboyan Augustus ve Sessiz Gwen
Augustus, şöhretin ve skandalın peşindeydi: altın küpeleri, uzun saçları, at arabasında ülkeyi dolaşması ve karmaşık aşk hayatıyla dikkat çeken bir figür oldu. O dönemin sanat çevrelerinde bir efsane haline gelirken, Gwen ise Paris’e gitti, Auguste Rodin ile bir aşk yaşadı, kadın ve erkeklerle ilişkiler kurdu ama her zaman kendi iç dünyasına döndü.
Augustus’un popülerliği, Gwen için bir gölge oluşturdu. Kardeşinin ilgisi ve desteği bazen Gwen’e yardımcı olsa da, çoğu zaman onu boğan bir baskıya dönüştü. Gwen, eserlerini “çocukları” olarak görür, sergilemekten ve satışa sunmaktan çekinirdi. Ona göre sanat, özgürlükle var olurdu; evlilik, aile ve sosyal roller bir sanatçının yaratıcılığını öldüren zincirlerdi.
Cinsiyetin ve Kültürel Engellerin İzleri
Gwen’in geri planda kalmasının nedenleri sadece kişisel değil, dönemin erkek egemen sanat dünyasına dair yapısal engellerdi. Augustus, erkek sanatçı olarak daha fazla fırsat ve destek bulurken, Gwen model olarak çalışmak zorunda kaldı. Üstelik, “kocalarına destek olan kadınlar” beklentisi, birçok kadın sanatçının sanat hayatını gölgeledi. Gwen bu zincirleri kırmayı başaranlardan biri oldu.
Sonunda Değişen İtibarlar
Augustus’un kariyeri, zamanla alkol ve sorumlulukların yükü altında sarsıldı. Onun gençlik yıllarındaki asi ve skandal dolu yaşamı, öldükten sonra gözden düştü. Mirası, ortalama işler ve eskimiş bir şöhret hikâyesi olarak kaldı. Gwen’in çalışmaları ise, 1980’lerden itibaren sanat tarihçileri, galericiler ve feminist sanat hareketinin çabalarıyla yeni bir değer kazandı.
Bugün Gwen John, kardeşi Augustus’tan çok daha büyük bir üne sahip. Augustus’un yıllar önce söylediği şu sözler, neredeyse bir kehanet gibi gerçekleşti:
“50 yıl sonra, insanlar beni Gwen John’un kardeşi olarak hatırlayacak.”
Gwen ve Augustus John’un hikâyesi, sadece bir sanat tarihi meselesi değil; cinsiyet, aile bağları, toplumsal normlar ve bireysel özgürlüğün sınırları üzerine de bir düşünme alanı sunuyor. Gwen’in sessiz ama derinlikli sanatı, bugün kadın sanatçıların hak ettikleri yere ulaşmasının sembollerinden biri olarak kabul ediliyor.