“Baban benim ikinci Allah’ımdı evladım…”
Biliyorum asla beğenmeyeceksin yine yazdıklarımı. Hele de seni anlattığım satırları… Şahsına münhasır bir kadın, asaleti ve zarafetiyle beni her zaman döven, hiçbir şeyimi beğenmeyen ama eminim öte yandan da beni en çok seven annem. Sen olmasan çok daha sıkıcı bir hayatım olurdu; çok daha sıkıcı bir adam olurdum eminim sen olmasan. Bilmiyorum başkalarının yaşamı öyle midir ama benimki senden bir aferin koparabilmek için geçti. Bir yarım asrı bu şekilde devirdik seninle anne-oğul, bundan sonra da biliyorum bu hukuk asla değişmeyecektir. Senden işittiğim o laflar, fırçalar, azarlar, inan benim için ömrümün en kıymetli iltifatları ve armağanları demektir.
Anne şu meşhur doğum hikayemi anlatsana. Neden üç gün üç gece sürmüş dünyayı şereflendirmem?
Ay sorma İzzet. Tuvalete gittim, nasıl bir kabızlık anlatamam… İki üç dakikada bir tuvalete girip çıkıyordum. Öleceğim ağrıdan. Bir iki saat kendi kendime idare etmeye çalıştım ama baktım olacak gibi değil, babana söyledim. Apar topar Alman Hastanesi’ne gittik. Anneannen de o hastanenin üst düzey yöneticilerinden biri ancak cep telefonu yok ki haber verebilelim. Sabah işe gelince öğrendi gece hastaneye kaldırıldığımı… Beni aldılar, bir odaya koydular. O zamanlar rahibeler vardı hastanede; doğuma da onlar girerdi. O yıllarda teknoloji ve tıp şimdiki gibi değil; yogaymış, suda rahatlatmakmış falan hak getire. Üçüncü günün sonunda gözlerim kan çanağına gelmiş bir haldeyken doğdun İzzet’çiğim…
Babam, ben doğduğumda yanında yokmuş, neden?
Doğum çok uzun sürdüğü için arkadaşlarıyla rakıya gitti çünkü. Üç gün geçti, doğmadın, herhalde bugün de doğmaz bu diye düşündü. O yüzden seni ilk kucakladığımda baban yoktu yanımda.
İçerledin mi peki? Doğru söyle…
O adam hakkında söyleyecek tek bir olumsuz cümlem yok İzzet. Senin baban benim ikinci Allah’ımdı. Çünkü her şeyi onda gördüm ben. Bir dediğimi iki etmedi. Avrupa diyordum, Avrupa’ya götürüyordu. Ne istediysem, her şeyi eksiksiz yaşattı bana. Tam bir burjuvaydı; parayla adam olunmuyor, yaşamayı bilmekle adam olunuyor. Senin baban yaşamasını ve yaşatmasını bilen özel bir adamdı…
“Para balık gibidir, yemezsen kokar” derdi hep…
Her gün para bırakırdı eve… Bir gün sana hamileyken canım radika istedi. Çingeneler satardı o yıllarda otları. Beni ayıklayacağız falan diye kazıklamış bunlar. Tüm parayı kaptırdım. Bir de tavuk yapayım radikanın yanına dedim. Yoruldum, hamileyim, hemen uykum geliyordu. Uzandım biraz; sonra kalktım sofrayı kuracağım. Bir baktım tavuğun yerinde yeller esiyor. Kedi girmiş camdan, tavuğu afiyetle mideye indirmiş. Baban geldi eve, yemek yok! Utancımdan yerin dibine girdim. Dedim ‘Bedii Bey, böyle böyle oldu…’ ‘Senin canın sağ olsun, kalk haydi meyhaneye gidiyoruz’ dedi…
O zamanlar Yasemin’e gidiyordunuz değil mi?
Bir de Kurtuluş’ta Despina’nın Yeri vardı. Beyoğlu’nda da Gaskonyalı Toma’ya giderdik. Zeki Müren de gelirdi; görürdük orada. Kurtuluş’ta büyük bir yabancı aristokrasisi yaşıyordu. Rum’u, Yahudi’si, Ermeni’si… Her şeyin bir kültürü vardı onlarda. Ve hepimiz iç içe yaşardık. Ah Kurtuluş ah! Bir Rönesans tablosu gibiydi, o da bütün İstanbul gibi yağmalanıp yok oldu, gitti! Biz aşureyi, kolivayı… Bak sen koliva nedir bilir misin? Rumlar, akrabaları ölünce irmik helvasına benzeyen, beyaz gümüş şekerlerle bir tatlı yaparlar. Onu dağıtırlardı. O kadar iç içeydik ki, herkes birbirinin diline de hakimdi. Mesela ben anadilim gibi Rumca, Ermenice konuşurum. Herkesten iki kelime fazla öğrensek kardı bizim için. Birbirimizin dini bayramlarını kutlardık, Paskalya yumurtaları dağıtılırdı. Noel’de yürüyüşler yapılırdı. Ramazanda da oruçlarımızı tutardık. Kilise de vardı, havra da, cami de… Ama çok az Türk yaşardı; çoğu gayrimüslimdi… Ve inan çok güzel bir hayat vardı; şimdi yemek kültürümüz Çin’e döndü. O zamanların yemekleri şimdi nerede?… Bütün o kültür gitti, yerine lahmacun geldi. Ben 15-16 yaşında tanıştım lahmacun ve kebapla. Bizim muhitlerde yoktu çünkü daha öncesinde.
Ezogelin çorbasını çok severdim. Babanla sık sık kebapçıya giderdik sırf çorba içmek için. Çilingir sofrası seven adam, rakısız kebapçı ortamından sıkılıyordu. Oralarda benim gibi süslü püslü kadınlar da olmazdı o zamanlar. Sonunda bir gün ‘Gürnar’cığım ben sana bu çorbanın evde yapılabilir halini getireceğim’ dedi. Haftalar sonra da bir akşam baktım elinde bir paketle geldi. İçinde de hazır ezogelin çorbası. İşte Türkiye’nin ilk hazır ezogelin çorbası böyle ortaya çıktı…
Anladık babam seni kıskanmış o yüzden hazır ezogelin çorbası icat etmiş, ne şanslı kadınsın. Millet eşine sevgilisine bir çiçek almazken senin adına çorba icat edilmiş. Bedii Çapa çok aşıkmış sana… Neyse konuyu dağıtmayalım, aldın beni kucağına geldin eve. Sonra…
Kundağını nasıl değiştireceğimi bile bilmiyordum. On yedi yaşındayım canım daha… Bir yandan eski elbiselerimin içine girmeye çalışıyorum ama ne mümkün; çok kilo almışım. Afife adında bir bakıcı tuttuk. Hava aldırsın, gezdirsin seni diye… Ama kadın gitti mi dışarı seninle, gelmek bilmezdi. Herhalde hava güzel, ondan oyalanıyor diye düşünürdüm. Meğer işin aslı başkaymış. Bir komşumuz anlatınca öğrendik durumu. Sen güzeller güzeli bir bebektin. Kadın seni gezdirme bahanesiyle çıkıp, bu çocuk yetim diye dilencilik yaptırıp, kapı kapı para toplarmış milletten!
Anne bunu korka korka soruyorum ama sen bana hamileyken sabun yermişsin… Biraz garip değil mi? Turşu yiyeni biliyorum, çileğe aşereni duydum, arapsabunu da nereden çıktı?
Sen bunları kimden duydun yahu! Ama vallahi doğru. Kokusundan mıdır nedir bir tuhaf arapsabunu yeme huyu çıkmıştı bende sana hamileyken. Ama sen babanı anlattıracağım diye oturttun beni karşına bak laf nerelere geldi. Tamam ne demeye çalıştığının farkındayım; evet çok salaktım o yıllarda. Ama daha 16-17 yaşındaydım ve babana da deli gibi aşıktım. Dünyada bu kadar jest bilen bir adam daha yoktur. Bana parayı bile zarf içinde verirdi rahmetli. ‘Bunları ye, benim başımın etini yeme’ derdi.
Nasıl bir çocuktum anne, anlatsana…
Çok düzgün bir çocuktun.
Desene sonradan bozuldum. Peki hiç yaramazlık yapar mıydım?
Hayır efendim, asla! Sadece yuvaya gideceğin sabahlar ne hikmetse hep bir boğaz ağrısıyla uyanırdın.
Çünkü Işık Lisesi’nin yuvasına vermiştiniz beni. Çok kibirli, şımarık ve fazla aristokrat buluyordum orayı. O yüzden de kaçmaya çalışırdım hep ve nitekim de kaçardım. Babam da ilkokulda beni maarif mektebine vermek istiyordu zaten, halk adamı olayım diye…
Şair Nedim’e gidiyordun. Çizim ödevi vermişlerdi sana. Akşam olunca ‘Yatıyorum’ dedin, gittin. Odana geldim, saat dokuz… ‘Bitirdin mi ödevini oğlum?’ diye sordum. ‘Evet anneciğim’ diye cevap verdin bana. ‘Göster bakacağım’ dedim; tabii başlamamışsın bile. Gece saat üçe kadar oturtup, yaptırmıştım o çizimleri sana…”
Hayatım boyunca tepemde Demokles’in kılıcı gibi sallanan bir Alman disiplini…
Eşek kafalı o disiplin sayesinde hayatın boyunca karnelerin hep pekiyi oldu!
Bu arada bana sürekli ‘Benim notlarım hep on’ derdin. Bir gün evi karıştırırken karnelerini buldum. Bir tek hal ve gidiş on, diğerleri ucundan ancak geçer…
Karıştırma oraları İzzet! Beni değil, seni konuşuyoruz…
Peki annecim, babamın şu meşhur “ışıkları yanan ev” hikayesini anlatsana…
Baban hemen her gece Gürnar’cığım arkadaşlarla toplantım var, geleceğim derdi. Bak merak etme şu ışık yanan evdeyim diye de güya yüreğime su serperdi. Ne ışığı, ne toplantısı ayol; beni kandırıp gezmeye gidiyormuş. Bir gün sabaha karşı uyandım ki, ne o gösterdiği evde ışık var, ne de yanımda baban!”
O yıllarda en büyük takıntın Sevim Tuna’ydı değil mi? Babamın arkadaşıymış Sevim Hanım. Çok severlermiş birbirlerini. Sen de kıskançlıktan çatlarmışsın!
Evladım bütün kadınlar beğenirdi babanı. Binbir türlü cilve yaparlardı kandırabilmek için. Yanında eğlenmemek mümkün değildi, öyle özel bir adamdı Bedii Bey. Esprileriyle gülmekten kırıp geçirirdi herkesi. Şeytan tüyü vardı. Boğaziçi Lisesi’nde okurken hocaları bir kere gül on vereceğiz sana derlermiş. Öylesine yakışıklı bir adam.
Müthiş de zeki. Kimya okumadan kimyager olmuş…
Evde her gün bir buluş yapardı. Ezogelin çorbası, çiftlik eriştesi… Bunları Türkiye’de ilk piyasaya çıkaran odur. Bal Mahmut ile başlayıp devam etmişler o işlere…
Sonra Maksim günleri başlamış.
Evet, sürekli giderdik. Baban meydan faslını çok severdi, bilirsin… Neredeyse her akşam evde fasıl vardı. Haftada en az iki üç gün kurulurdu o uzun sofra; küçücüktün sen daha o zamanlar. Maksim kapalıysa bizim ev açıktı. Metin Bükey, Mustafa Kandıralı, Coşkun Erdem bizden çıkmazdı. Ama ben çok fazla fasıl sevmezdim, aramızda kalsın.
Maksim’e Gönül Yazar’a nispet yapmak için en son gidermişsin… O seni görsün diye tam o sahnedeyken girermişsin içeri… ‘Bedii benim kocam” demek ve ona gövde gösterisi yapmakmış maksadın elbette. E tabii kıyafetini, kürkünü de gösteriyorsun, bir taşla iki kuş! Dolgu topuklu sabolar çok popülermiş o yıllarda. Saboları giydiğin bir gece tam Gönül’ün önünden geçerken ayağın takılmış, küt yerdesin… Doğru değil mi annecim?
Her şeyi de hatırla e mi sen de İzzet!
Sonra bir gün evdeyiz. Yeni eşyalar gelmişti eve. Ben birdenbire eşyaların evden kaçırıldığını hatırlıyorum. Abim Celal babamın ödemediği nafakalardan dolayı icra mı göndermişti?
Celal reşit bile değildi o zamanlar. Balmumcu’daki evdeydik. O yapmamıştır, arkasındakiler yaptırmıştır. Sonra Celal beni çok sevdi, ben de Celal’i. Ali Bey’le evli olduğum dönemde de bize çok gelip giderdi. Kalbim teklediğinde de hastaneye ilk ziyaretime gelenlerden biridir Celal.
Bedii Bey’in öteki çocuklarıyla da aran hep iyi oldu senin…
Elbette. Zaten senin büyük abin Ahmet benden iki yaş büyüktü.
Ben annemden 16 yaş küçüğüm, abim annemden iki yaş büyük. Haydi gel çık bu havuz probleminin içinden…
Ahmet evlenmeye kalkmıştı, annesi izin vermedi. Nişanı biz yaptık, hatırlarsın…
Peki ne oldu da bu kadar büyük aşk bitti?
Boşver…
Ama oldu mu şimdi anne! Kitap yazıyoruz burada, anlatman lazım…
Bir arkadaşım vardı, doktorun karısı. Onunla yakaladım babanı. Masada yemek yerken kaşık yere düştü; bir baktım ayakları birbirinin üzerinde…
Peki nasıl söyledin ona?
Hiçbir şey söylemedim, bitirdim!
Yüzleşmediniz mi hiç?
Hayır ama içten içe hissediyordu bitireceğimi. Çünkü iki kere yakaladım. Yeter ama bu konuyu kapat artık! Hayat zor ve serttir; la vie est dure et difficle! Yazın bunu, Fransızca bir tanımdır! Ah ah nelerden geçiyor insan…
Güzel bir hayattı ama değil mi sizinki? Dolu dolu yaşadınız…
Şimdi kimse hayatını beğenmiyor. Ne hazin… Son yıllarında insan hatıralarıyla baş başa kalınca görüyor geçmişteki yanlışlarını. O dolu hayatı sana Allah veriyor ama yaşarken anlamıyorsun. İçinden geçerken fark etmiyorsun. Sonra da iş işten geçince diyorsun ki, ‘Neler vermiş de biz anlamamışız!’ Şımarıyoruz; Allah’ın verdikleriyle şımarıyoruz…
Peki geriye dönüp baktığında hiç pişmanlığın var mı?
Tam tersine, ‘Çok şanslıymışım’ diyorum. Çünkü bugünkü dünyada ne böyle evlilikler kaldı, ne de bu kadar karakterli aşklar. Bir muhallebiye gidiyor kadın, bir çay içiyorlar üç liraya, beş saat oturuyorlar. Bu çok garip bir dünya bizim gibi eskiler için. O zaman sosyete vardı. Bugün sosyete yok. Sosyete ne demek? Toplum… Toplum ama herkes iyi kötü bir eğitim almış, bir unvanı var. Şimdi unvan yok! Paran varsa sosyetesin. Ayıplar, kayıp oldu. Kimse nerede, ne giyileceğini bile bilmiyor… İnsandaki çok önemli duygulardan biri utanmadır. Ve bunu sadece aile aşılayabilir. Bakın bunu sakın unutmayın! Ailede utanma yoksa, çocukta da olmaz.
Bugün bir daha dünyaya gelsen babamla evlenir misin?
Evlenirim ama bugünkü aklımla. Zaten son anlarına kadar da görüştük biz. Hiç düşman olmadık ki…
Evet hastanede de sen baktın ona. İkinci eşin Ali Bey, çok tutucu bir adam olmasına rağmen babamın cenazesine katılıp, tabutuna omuz vermişti. Tabii biraz senin zorunla da olsa…
Hayır İzzetciğim, hiçbir zorlama yoktu!
Anne sünnetimi de anlatsana. Madem her şeyi anlatacağım dedim, o da eksik kalmasın!
Ay deli mi ne bu! Bildiğin sünnet işte ama seninki biraz olaylı olmuştu. Suadiye’deki evin bahçesinde yapacaktık sünnet düğününü. Davetiyeler basılmış, tüm hazırlıklar tamamdı. Fakat Kıbrıs Savaşı patladı. Karartma kararı alındı, yapamadık senin sünnetini.
Aslında biliyorum senin de işine geliyordu çünkü acı çekmeme kıyamıyordun. Ertelendi de ertelendi benim sünnet… Gelmişim dokuz yaşına, babam “Yahu çocuk eşek kadar oldu, baltayla mı kestireceğiz?” diye isyan ediyor. Neyse öyle geçti o sene. Ertesi yıl on yaşıma bastım. Bu sefer de konu komşu çift yaşlarda sünnet olmaz diye bir şey attı ortaya. Sonunda, on birimde Kemal Özkan sünnet etti beni…
Baban çok özel bir adamdı oğlum. Bütün haberleri önceden alırdı; ihtilal olacağını bile önceden biliyordu.
Babam ajan olabilir mi?
Delirme İzzet. İlişkileri kuvvetliydi ama asla yasadışı bir şey yapmazdı! Hakikaten değişik bir adamdı senin baban. Mesela bakkaldan veresiye hiçbir şey almazdı. Asla kabul etmezdi böyle bir şeyi. ‘Paramız varsa alırız, yoksa almayız’ derdi. Bohemdi ama hesabını bilir, ona göre yaşardı. Bir gün hep beraber evde otururken bir tebligat geldi. Tebligatta babasından kalan fabrikadan ilişiğinin kesildiği yazıyordu babanın. Üstelik oturduğumuz ev de Germi’nindi, yani amcasının oğlunun. Hemen akabinde bir protesto daha aldık ‘Evi boşaltın, oğlum gelecek’ diye. Dımdızlak ortada kalmıştık o dönem… Baban askere gidecekken ki iki kere askerlik yapmış Bedii Bey, ikisinde de yedek subay; amcası diyor ki, ‘Her şey olabilir, sen haklarını bize devret et.’ Bizimki de hayır demesini bilemediği için veriyor. Ve onlar da bir anda bütün ilişiğini kesiyorlar. O şaşaalı hayat birden paranın bitmesiyle bambaşka bir hale dönüşmüştü…
Bir gün senin kumbaramı açtığını gördüm. İş Bankası kumbaramı açtın ve içindeki bütün bozuklukları aldın. O kadar parasızdık…
Ama bir ay bile sürmedi abartma İzzet!
Evet anneciğim. Ama sefahatten sefalete geçiş dönemi de başlamıştı.
Bu arada baban mahkeme açtı hakları için fakat mahkeme açılana kadar kendimize göre bir yoksulluk içine girdik, haklısın. O sıralarda Piyale Fabrikası’ndan teklif geldi. Baban kabul etti, biraz durumu düzelttik, daha iyi bir eve geçtik. Sonra baban mahkemeyi kazandı. Ondan sonra ailenin kızları ve Naife Hanım geldi, ‘Bedii eğer sen bu parayı alırsan biz batarız, Çapamarka batar. Senden rica ediyoruz, hiç olmazsa bir kısmından feragat et, bize yardımcı ol, hata ettik. Geri dön, bütün yönetimi sana bırakalım’ diye yalvardı. Baban da ‘Bir daha ne yüzünüzü görmek istiyorum ne de paranızı’ dedi.
Bak şimdi sana yıllardır sakladığım bir olayı anlatayım. Babamın kuruşuna dokunmadığı o parayı alanlar var ya; vefat ettiğinde, vasiyeti üzerine babaannemin kabrine defnetmek istedim. Mezarın tapusu ise meğer Germi Çapa’nın üzerineymiş. Aradım; durumu anlattım. Bana “Başın sağ olsun İzzet ancak benim yapabileceğim bir şey yok. Şu anda bu işlerle ilgilenemem” dedi. Donup kaldım. Babamı, vasiyetine rağmen annesinin yanına defnedemedik ve bir gece fazladan morgda beklemek zorunda kaldı rahmetli.
A benim güzel oğlum, sen benim bunları bilmediğimi mi zannediyorsun! Kabrinde bile ana oğlu kavuşturmayanlar, elbette iki cihanda da bu kötülüğün bedelini öderler. Ama ben affettim, sen de affet İzzet…
Peki anneciğim bana vakit ayırdığın ve yaşadıklarını bütün samimiyetinle anlattığın için kocaman bir öpücük sana…
İnşallah doğru düzgün yazarsın anlattıklarımı yoksa biliyorsun kopartırım kafanı!
*******
Kaynak: ‘En Çok Ben Eğlendim’ kitabım…