Aramızdan ayrıldığı tarih bilinir…
Takvimler o gün 3 Haziran 63’ü göstermektedir…
Şiir ve edebiyat en önemli kalemini, davaya inanmışlık ile adanmışlık ise en büyük yüreklerinden birini kaybetmiştir…
1902’de, Selanik’te açmıştır Nazım gözlerini dünyaya…
Çocukluk yıllarında dedesi Mehmet Nazım Paşa’nın etkisiyle şiirle ilgilenmeye başlayan Nazım, ilk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’ı yazdığında daha 11 yaşındadır…
Dedesi Mehmet Nazım Paşa, bir Mevlevi şeyhidir…
Ondaki bu derin ehli tasavvuf hali, elbette torununu da etkilemiştir…
Pek bilinmez, kim bilir belki de öne çıkartılmak istenmez ama Mevlana ilgili şiirler de yazmıştır gençliğinde…
1920’de Dergah Dergisi’nde yayınlandığına göre, daha 18’inde…
‘Sararken alnımı yokluğun tacı
Silindi gönülden neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlana
Edebe set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura geldim
Ben de müridinim işte Mevlana…’
18’inde yazdığı bu şiir, onun duru Türkçeyi kullanmaktaki beceresini ve kelimeleri ilmek ilmek birbirine bağlamaktaki muazzam yeteneğini gözler önüne serer…
Bakın bugün, 1920’li, 30 ya da kırklı yıllarda yazılmış herhangi bir başka metni okumak istesek, kuvvetle muhtemeldir ki bir Osmanlıca – Türkçe sözlüğe ihtiyaç duyarız…
O yılların kayıtlı konuşmalarını dinlesek, emin olun anlatılanların çoğunu anlamayız…
Yazdığı onca muazzam şeyin ve kuşaklara örnek olmuş mücadeleci kişiliğinin ötesinde, aynı zamanda bu memlekete duru, öz Türkçeyi öğreten bir öğretmendir Nazım Hikmet…
Onun adeta kendine özel armonisi olan dizelerinin peşine düştüğümde, herhalde 15 – 16 yaşlarındaydım…
Bir yandan Deniz Gezmiş’lerin destansı hikayeleriniokuyor, bir taraftan notlar alarak sol teorileri kavramaya çalışıyor ve bir yandan da Nazım’ın dizeleriyle şiirin büyüsüyle tanışıyordum…
Ailemin burjuva hayatı, şimdi gülüyorum ya o günlere baktığımda kendime, bana boş, anlamsız vehatta yoz geliyordu…
Yılmaz Güney filmlerindeki konken oynayan kadınlar gibiydi anneciğim o zamanlar gözümde…
Çetin Altan külliyatı ve Attila İlhan romanları başucu kitaplarımdı…
Ama Nazım’ın yeri bambaşkaydı…
Bir ömre bunca şeyi sığdırabilmiş olmasını, her kesimden insanla iletişim kurmasını, dünyaca tanının bir şairken sadece yazdığı için hapislerde yatırılmasını, adeta efsanevi bir masal kahramanın hikayesini takip eder gibi okuyordum…
Memleketimden İnsan Manzaraları…
Kuvayi Milliye Destanı…
Şeyh Bedreddin Destanı…
Muazzamdı; hepsi hakikaten birer destandı…
Elbette bir edebiyat tarihçisi, ya da eleştirmeni değilim ama naçizane fikrim odur ki, Türk dilinde Nazım’dan daha öte, ondan ileride pek şiir yazılmadı…
Kurtuluş Savaşı, asla onun kadar görkemli anlatılmadı…
‘Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…’
Sonra bir romanıyla, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’le tanıştım…
Piraye’ye, Vera’ya, aşklarına yazdıklarında, sevdaya dair en güzel ifadeleri okudum…
Bunca şeyin ortasındaki aşık ve hatta aşka aşık Nazım’la karşılaştım…
Anladım ki iyi insan olunmadan, bir davaya yürek konulmadan ve tıpkı onun dizelerinde ifade ettiği şekilde hiç tanımadığın insanlar için bile güzel bir dünya düşü kurulmadan, iyi yazabilmek de pek mümkün değildir…
Şimdi, çok zor ve çok uzun zamanların bizi, hepimizi daha güzel, daha aydınlık günler bekliyordur… Dilerim kurulmuştur şairin söylediği güneşin sofrası…
Ve dilerim ayrı geçen zamanların ardından tekrar sıklaşır, yakınlaşır birbirine hasret dostların arası…
‘Dalgaları karşılayan gemiler gibi
Gövdelerimizle karanlıkları yara yara
Çıktık rüzgarları en serin
Uçurumları en derin
Havaları en ışıklı sıra dağlara
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu
Önümüzde bakır taslar güneş dolu
Dostların arasındayız
Güneşin sofrasındayız…’
Vesselam…