‘GÜN OLUR ALIR BAŞIMI GİDERİM, DENİZDEN YENİ ÇIKMIŞ AĞLARIN KOKUSUNDA…’
‘Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi…’
Ne de güzel yazmış insanın içindeki alıp başını buralardan çekip gitme isteğini canım Orhan Veli…
Ne zaman benim de bunalsa içim, kalbimi görünmez eller sıkıştırsa cendere gibi, İstanbul’un iki köşesi terapi yapar sükûnet ve zarafetle yüreğimi…
Biri, Boğaz’ın kadim köşesi, gölgelerin en şahanesi Kuzguncuk…
Öteki Boğaz’ın incisi, şehrin en nadide beldesi, yeşilin maviyle raksının en kıymetli, biricik adresi Adalar…
Kimi zaman çocukluğumun geçtiği Burgaz’dan bir hatıra yıkar temizler, alıp götürür ruhumun bütün kirini pasını…
Siler zamanın içimde biriken hüznünü, tortusunu, acısını…
Büyükannemin elinden tutan o küçücük muzip ama bir o kadar içine kapanık oğlan çocuğu oluveririm derinden…
Sait Faik’e bir selam çakar, kim bilir belki de bir gün onun pirüpak diliyle ifade edebilme hayalleri kurarım derdimi kimselere sezdirmeden utancımdan, gizliden içimden…
‘Bize bir masa ayır Yanakimu
Aleksandra’mla benim için
Bir masa…
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan…
Aleksandra’m mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar…
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu…’
Sonra Hüseyin Rahmi’nin Heybeliada’sına geçmeli…
Heybeliada dendi mi, akla Hüseyin Rahmi gelmeli…
Aziz Nesin de bu adada dünyaya gelmişti…
Gönül dünyamın mimarlarından, ufkumun köşe taşlarından büyük Aziz Nesin…
“1934 yılında soyadı kanunu çıktı. Her Türk kendine bir soyadı alacaktı…
Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı…
Dünyanın en cimrileri ‘eliaçık’, dünyanın en korkakları ‘yürekli’, dünyanın en tembelleri ‘çalışkan’ gibi soyadları aldılar…
Her türlü yağmada hep sona kaldığım için ‘güzel soyadı’ yağmasında da sona kaldım…
Bana, ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘nesin’ soyadını aldım…
Herkes ‘nesin’ diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim…”
Sonra bir başka güzel, bir başka nadide köşe Kınalı…
Burası en çok da Fazıl Ahmet Aykaç’ın adası…
Fazıl Ahmet şairliği sevmez ama şiiri severmiş…
Bu düşüncesini garipseyenlere de ‘Mesela ben aşçılıktan da hazzetmem; fakat iyi yemeyi pek severim’ diye cevap verirmiş…
Şiiri mizahla birleştirdiği bambaşka bir dili ve üslubu varmış…
Bakın Yahya Kemal için ne yazmış…
‘Yahya ne hakikat, ne mecaz aşığısın sen,
Naz aşığı, saz aşığı, yaz aşığısın sen.
Yok Mekke, Medine’yle alâkan evet ama
Fasl-ı içre muhakkak ki Hicaz aşığısın sen…’
Velhasıl bunca üstadın yazdığı bir edebiyat dergisinde elbette bana kalmadı güzelim Adalar’ın, yüreğinden sanat geçen güzelim isimlerini kaleme almak nihayetinde farkındayım…
Zaten Yahya Kemal’den Halikarnas Balıkçısı’na, Troçki’den Mina Urgan’a, Melih Cevdet’ten Nurullah Ataç’a, Reşat Nuri’den Yakup Kadri’ye bu koca koca çınarları yazıp anlatmaya çalışmanın da hem liyakatimi hem de belagatimi fersah fersah aştığının ziyadesiyle farkındayım…
O yüzden haddimi bilerek ve Adalar’ın içimde estirdiği o mis kokulu, iyot kokulu Marmara rüzgarından, ağacından suyundan ve dahi iki kadeh rakısından ve de hiçbir yerde emsaline rastlanmayan güzeller güzeli mezesinden otundan balığından söz edip, kalender meşrep Ada ahalisine de canı yürekten bir selam gönderip bu limandan demir alacağım…
Demem o ki bunca güzellik sinesinde, doğasıyla tarihiyle seyrine doyum olmayan şahsına münhasır evleriyle, İstanbul’un burnunun dibinde ve fakat bir o kadar da şehrin tatsız keşmekeşine uzak bir güzelliktir benim için Adalar…
Bir yanım bütün dünya bilsin, gelsin görsün tanısın öğrensin istifade etsin ister, bir yanım kendime saklar…
Şimdi, inanır mısınız yazarken bile içim orada, herhangi bir adada, o tılsımlı sükunetin ortasında olmayı çekti…
Hani herkesin ruhunda bir düş ülkesi vardır ya bir gün yaşamayı düşlediği hayallerine dalıp…
Biliyorum benim kalbim de adayı, adaları, şehre karşıdan bakmayı seçti…
Üstelik de bugün değil…
Neredeyse kırk, kırk beş yıl öncesinde bir ikindi vaktiydi…
Çocukluğumun o en güzel yaz öğleden sonralarında, bir Burgazada akşamında söz vermiştim bir gün buralara dönmeye…
Belki de o kadim sözü tutmamın vakti gelmiştir…
Kim bilir belki de artık İstanbul beni emekli etmiştir…
Ah keşke öyle olsa…
Ah keşke…
****
Ve fakat geçen zamanda bir kez daha gördüm ki…
Hayat hakikaten sen plan yaparken başına gelen şeymiş…
Çünkü okuduğunuz satırları adalarda bir emeklilik hayalleri kurarken yazan ben…
Şimdi dünyanın öbür ucunda yeni bir mekan açmak için mesleğe başladığım o ilk günkü heyecanla çalışmaktayım…
Ve farklı zamanlarda kaleme alınmış bu iki yazı da şahidimdir…
Hala hayatın mucizelerine inanmaktayım…
Siz de inanmaktan asla vazgeçmeyin…
Sevgilerimle, İzzet Çapa