Bir tuhaf çağın ayak seslerinin hissedildiği şu zamanda insan kalan yanlarımızı koruyabilmenin biricik yoludur aşk…
Füruğ Ferruhzad…
32 yıllık kısacık bir ömürdü onunki…
Şiirlerle bezenmiş, dizelerle süslü…
Naif, zarif, derin ve uzak…
Uzak kıtalardan bile uzak…
1967 kışının bir 13 Şubat’ında İran’da, direksiyonda pencereden uçuşan simsiyah saçlarıyla, karşıdan gelen otomobile çarpmamak için sürdü aracını duvara…
‘Kalbe dokunmasını biliyorlar, ama kırarak’ demişti bir şiirinde…
‘Keşke bir güvercin olsaydım, bu dünya sevmek için çok küçük’ diye yazmıştı bir diğerinde…
Ve muhteşem ‘Kuş Ölür, Sen Uçuşu Hatırla’ şiirinde…
‘Kim vurduya gitti aşkımız, faili meçhul değilse nefsi müdafaadır…
Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende,
Kavgamızın tek seyircisi bu şehir,
Tutunduğumuz tek dal, içimizdeki isyandır’ dizelerini bıraktı şiirinin izinden giden takipçilerine…
Bu tuhaf çağ yangınının eşiğinde, insan kalabilmeye direnebilmenin biricik yolunun aşk olduğunu yazmak niyetiyle yazı masama geçtiğimde, önce şubat ayında aramızdan ayrılan muazzam şair kadınlara selam göndermek istedim…
Ve elbette Aysel Gürel… Namı diğer ‘Deli Aysel’…
Bir 7 Şubat günü geldiği dünyaya, bir 17 Şubat günü veda etti adeta tüm 14 Şubat’lara nispet yaparcasına. ‘Ben birey değilim. Kalabalık bir nesneyim. Ben tek başıma radyoyum, televizyonum, konserim, orkestrayım. Türkiye’nin ilk anarşist kızıyım ben. İlk hippisiyim. Ben Amazon kadınıyım. Türkiye’de kadının bilinçaltıyım…’
Yüzlerce şahane dizesinin arasından, belki biraz da sözüne nefes veren bir başka ozan Sezen Aksu’nun yorumlayışının da derin etkisiyle elim Firuze’ye gitti yine…
‘Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen Firuze
Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu
Üzüm buğusu gibisin sen Firuze…
Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle Firuze…’
Ve Tezer Özlü…
Her 18 Şubat’ın ağır hüznü…
Dolayısıyla vedasıyla, kendisini bu dünyaya tüm ait hissedemeyenleri yetim bırakan kadın…
‘Taze çayım ve taze yaralarım var. Çok zenginim’ diyen ve halini böylesine naif, içten, yalansız ifade edebilen bir muhteşem yazar…
‘Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendini onaylaması… Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde’ sözleriyle, adeta yıllar öncesinden kendi kendimize hapsolduğumuz bu çağın koordinatlarını vermiş bize…
Kim bilir belki kurtulabiliriz diye…
Ve ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde…
‘Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum.
Kusmamak için üstüne reçelli ekmek yiyorum.
Genç bir kızım…
Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum.
Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.
Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var.
Karşı çıkmak istediğim kurallar var.
Bir haykırış!
Küçük dünyanız sizin olsun’ diyerek, kim bilir belki de Füruğ’un ‘Bu dünya sevmek için çok küçük’ sözlerine bir selam gönderiyordu o da…
Ve Fikret Şeneş…
Onca büyük aşk arasında, annemin bu satırları okuduğunda kulağımı çekmesi pahasına, kabul ediyorum ki babamın en çok sevdiği kadın…
Bir 16 Şubat günü bu diyardan çekip giden ve bize aşka dair bestelenmiş en güzel sözleri armağan eden bir başka ozan…
Uykusuz Her Gece, Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile, Olur Ya gibi 300 şarkı sözünü hayatımıza sokan, muhteşem ifadesiyle acılarımıza, ayrılıklarımıza, mutluluklarımıza tercüman olan ve hep perde arkasında kalmayı başaran bir müthiş kalem…
Ne başka bir şeyim, ne de üvey annem…
Aramızdaki çok büyük yaş farkına rağmen ışığından istifade etme imkanı bulduğum can dostum, arkadaşımdı benim…
‘Bilmem ki bu akşam sen de bir hoş musun,
İçmeden hatıralardan sarhoş musun,
Ellerin sanki bak hala ellerimde,
Yanıyor duyuyor musun…
Dostlar seni söylüyor sahi mutsuz musun,
Bu yolda dönüş yok sen bilmiyor musun,
Her şey gönlünce olmaz demiştim sana
Kaderden kaçılmaz görüyorsun…
Kimler geldi hayatımdan kimler geçti,
Hiçbirisi hasretini gidermedi.
En güzeli senin kadar sevilmedi,
Kimler geldi kimler geçti…’
Şimdi, ömrüme ışık olan bu koca yürekli şair kadınlara bir selam gönderip, onlardan el aldıktan sonra sıra, başlıkta ettiğim büyük lafı açıklamaya geldi sonunda…
Demem o ki; akıllara durgunluk veren teknoloji ve öngörülemez küreselleşme, bir önceki kuşağın kelimelere döktüğü bu en kıymetli duygularımızı da yerle bir ediyor göz göre göre, eze eze…
Ne eski dostluklar kaldı etrafta, ne o kadim arkadaşlıklar…
Güvenmek ahmaklık kabul edilir oldu, fedakarlık enayilik…
İnsan tarihte hiç olmadığı kadar bencil, sevgiler pazarlığa tabi, gündelik…
Demem o ki; elimizde insan yanlarımızı koruyabilmek, fabrika ayarlarımızı hatırlayabilmek, o en kıymetli donanımımızı muhafaza edebilmek için aşktan başka hiçbir şeyimiz kalmadı…
Demem o ki; işte bu yüzden dört elle sarılmalıyız gönlümüzün bu en nadide incisine… Ve ona dair yazanları, filmini çekenleri, şarkısını söyleyenleri velhasıl bize aşktan bahsedenleri pamuklara sarıp, korumalıyız…
Çünkü bu illetli kapkara zamanların deniz fenerleridir onlar…
Çünkü onlar, eksi dünyanın kadim bilgeleri misali, bize yeniden insan olabilmeyi hatırlatıyorlar…
Eksik olmayınız, eksik olmasınlar, eksik olmamalılar…
Yoksa bir daha hiçbirimiz tamamlanamayız…
İzzet Çapa