Cannes Film Festivali, yüzeyde küreselliğin kutlandığı bir vitrin gibi görünse de, bu yılki filmler derinlerde çok farklı bir damar yakalıyor: yerelliğe bağlılık, aidiyet ve taşralı kimliklerin yüceltilmesi. Donald Trump’ın “yabancı ülkelerde üretilen filmler”e karşı başlattığı tarifeli saldırılara rağmen, festivalin seçkisinde Amerikan karşıtı bir küreselcilik değil, kozmopolit elitlere karşı yerele yaslanma var.
Yer değil ruh önemli: “Somewhere” filmleri yükseliyor
Fransız yönetmen Amélie Bonnin’in açılış filmi Partir un Jour, bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri. Paris’te şef lokantasının açılışıyla uğraşan başkarakter Cécile’in kırsaldaki babasının sıradan bir lokantasına dönüşü, Michelin yıldızları yerine boeuf bourguignon’u, şatafatlı menüler yerine sıcacık taşra yemeklerini öne çıkarıyor. Film, büyük şehri değil, yerel olanı ve geleneksel olanı sahipleniyor.
Bu “yerli hikâyeler” eğilimi festivalin büyük kısmına yayıldı. Alman yönetmen Mascha Schilinski’nin The Sound of Falling filmi, izole bir köyde geçen trajediyi merkezine alıyor. Lynne Ramsay’nin Jennifer Lawrence’lı Die, My Love filmi de benzer bir biçimde şehirden uzak, içe dönük bir hikâyeye yaslanıyor. Fatih Akın’ın II. Dünya Savaşı sonrasındaki Kuzey Denizi adasında geçen Amrum filmi, Almanya’nın “Heimat” (vatan) kavramına dair geleneksel tanımları sorguluyor.
“Her yerde” çekilen filmlere Cannes’da az yer var
Festivaldeki az sayıda “her yer filmi” ise genellikle ticari potansiyele sahip yapımlar: Christopher McQuarrie’nin Mission: Impossible 8’i ya da Wes Anderson’un yıldızlarla dolu The Phoenician Scheme’i. Bu yapımlar, bir hikâyeye değil, bir stüdyoya ait. Yani pasaportsuz gezinen, coğrafi kimliğini yitirmiş sinema örnekleri.
Aynı durum, Die, My Love ve Kristen Stewart’ın yönetmenlik çıkışı The Chronology of Water gibi Hollywood destekli bağımsız filmlerde de geçerli. Amerika’da geçen bu hikâyeler Kanada, Letonya ve Malta gibi ülkelerde çekilmiş. Trump’ın 100% vergi tehdidi tam da bu tarz üretimlere karşı yükseltilmişti.
Yeni sinema hareketleri: Dogma 95 ruhu geri mi dönüyor?
Festivalde dikkat çeken başka bir çıkış ise İskandinav sinemacılardan geldi. Lars von Trier ve Thomas Vinterberg’in 1995’te başlattığı Dogma 95 manifestosunun tek bir kuralı korunarak yeniden hayata geçirilmesi önerildi:
“Film, anlatının geçtiği yerde çekilmelidir.”
Bu çağrı, yalnızca sanatsal bir çıkış değil, aynı zamanda sinemayı gerçek bağlama geri çağıran bir etik duruş olarak da okunabilir.
“Film gümrükte tutulabilir mi?” sorusu: Vergi değil vizyon belirleyici olacak
Trump’ın önerdiği %100 gümrük tarifeleri, pratikte hayata geçirilmesi neredeyse imkânsız bir politika olarak değerlendiriliyor. Alman yapım danışmanı Andreas Pense’e göre, “ABD, İngiltere modeli gibi cömert teşviklerle bu rekabette yer almak zorunda kalacak ama bu da muazzam bir bütçe gerektiriyor.” Örnek olarak 2022-23 döneminde İngiltere’nin Amerikan filmlerine verdiği 553 milyon sterlinlik teşvik gösteriliyor.
Budapeşte her yer olabilir, ama herkes her yerde film çekemez
Macaristan ise 2025 Cannes’ta “küresel sinemanın merkezlerinden biri olma” iddiasıyla öne çıktı. %30 vergi iadesi, ucuz ama deneyimli ekipler ve zayıf sendikal yapılar sayesinde ülke, Paris’ten Moskova’ya, Londra’dan Buenos Aires’e kadar her yeri canlandırabilecek bir sahne sunuyor. Bu yıl Budapeşte’de çekilen Amerikan yapımları arasında Cate Blanchett’lı Alpha Gang ve Emilia Clarke’lı Ponies yer alıyor.